Müziği ve edebiyatı buluşturan bir yazar Akira Mizubayaşi. Romanlarında, Japonya’nın yakın tarihiyle notaları bir araya getirirken geçmiş-bugün bağlantısı da kuruyor. Dünyanın içine düştüğü çılgınlıklardan parçaları ve hayatın akışını, kişilik çözümlemeleri ve müzik eşliğinde hikayeleştirirken yasları, travmaları, kırık dökük hatıraları ve hesaplaşmaları güçlü karakterlerle karşımıza çıkarıyor. Zamanın yıkıcılığının karşısına müziğin sağaltıcı gücünü koyuyor.
1930’ların Avrupası ve Japonyası’ndan hareket eden Mizubayaşi, ‘Kupa Kraliçesi’nde de 1939’dan günümüze ulaştırdığı bir hikayeyle selamlıyor bizi. Çin-Japonya Savaşı sırasında Paris Konservatuarı’nda öğrenci olan ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ülkesine dönmek zorunda kalan Jun’un, onun geride bıraktığı sevgilisi Anna’nın ve ikilinin hayatını anlatan bir metin keşfeden viyola sanatçısı Mizune’nin başkarakter haline geldiği hikayede yazar, hem Avrupa hem de Japonya tarihinin karanlık dönemlerini yaşamlar, yaşanmamışlıklar ve müzik eşliğinde anlatırken insanları hızla nobranlaştıran savaşın saçmalığını ve yıkıcılığını gözler önüne seriyor.
İNSANLIĞI TEDİRGİNLİK VEREN MÜZİĞİ
Mizubayaşi, bazen fona yerleştirdiği bazen öne çıkardığı müzik eşliğinde, zaman atlamaları ve geri dönüşlerle Anna ve Yun arasındaki güçlü bağı, 1930’lardan itibaren esen savaş rüzgarlarını ve ortalığı kasıp kavuran çatışmaları, Japonya ve Avrupa ekseninde anlatırken işin içine ayrılık acısını, hasreti ve Mizune’nin keşif öyküsünü katıyor.
Savaş ihtimalinin ve kendisinin insanları tüm güzel duygulardan uzaklaştırdığı ve müziği susturduğu bir zaman dilimine odaklanan Mizubayaşi, hem Jun’un büyük aşkı Anna’dan ayrı düşmesine neden olan hem de onu farklı biri gibi davranmaya iten komutanlarından nefret etmesine ve memleketini sorgulamasına yol açan 1930 ve 1940’ların karanlığını, kreşendosu yükselip düşen bir senfoni misali getiriyor karşımıza. Anna ve Jun, işgal altındaki insanlığın tedirginlik veren müziğini işitiyor adeta.
Japonya’dan Fransa’ya gelen, hocasının tavsiyeleriyle Paris Konservatuarı’nda 1937’de öğrenim görmeye başlayan Jun, her gün öğle yemeği için gittiği restoranda, kendisine “müzisyen filozof” diyen garson Anna’yla tanışıyor. Bu tanışıklık, iki yılda büyük bir aşka, güçlü bir dostluğa ve sırdaşlığa evriliyor. Fakat İkinci Dünya Savaşı, Jun’u Japonya’ya dönüp askere yazılmaya zorlayınca ayrılık kapıyı çalıyor. İkili, birbiri için yarının olmadığı endişesine kapılıyor bu belirsizlik ortamında. Dünya gibi Anna ve Jun da parçalanıyor, daha önce hissetmedikleri kederin altında eziliyorlar: “1939 sonbaharında Jun Mizukami’nin doğduğu ülkeye sonu gelmeyen dönüş yolculuğu başladı. Gittiği ülke savaş çığırtkanlığı furyasının, sömürgeci yayılma arzusunun pençesine düşmüştü. Ordulaşan devlet herkesi imparatorun tebaası için çizdiği yolu hem bedeniyle hem ruhuyla izlemeye mecbur ediyor, böylece aklını kullanan, eleştirel düşünen herkesi büsbütün ve temelli susmaya zorluyordu.”
1939’daki ayrılık, başlangıçta geri dönüş ve buluşma ihtimali doğursa da Jun, (1946’da ölen) Anna’nın zihninde yavaş yavaş karanlığa gömülüyor. Geride ise altı yaşındaki Agnés yani Mizuné’nin annesi kalıyor. Ebeveynlerini tanıyamama şanssızlığıyla büyüyor. Ailenin hikayesindeki eksik parçaları tamamlama işi de torun Mizuné’e düşüyor.
BÜYÜK BİR YÜKÜN HİKAYESİ
Mizuné, okuduğu roman sayesinde önünde açılan kapıdan içeri girince büyükannesi Anna’ya ait mektuplarla ve günlüklerle karşılaşıyor. Tabii bir de aşkın, savaşın ikiliyi ayrı düşürmesinin ve Jun’un savaş boyunca üstesinden gelmeye uğraştığı büyük yükün hikayesiyle…
Mizuné, anneannesiyle ilgili bilgi toplarken savaş sırasında yaralanıp getirildiği hastanede tanıştığı hemşire Ayako’yla evlenen Jun’un hikayesini ise torunu Otohiko öğreniyor. Kısacası biri Fransa’da, diğeri Japonya’daki iki genç, ailelerinin geçmişiyle birlikte tarihin sayfalarını aralıyor.
Hastanedeyken “Ben savaş değilim” diyerek sanrılara kapılan Jun ve Fransa’da ondan haber bekleyen Anna’nın hikayesi, seneler sonra bir kez daha canlanıyor.
Jun, içine düştüğü fırtınayı, özlemlerini ve Japonya’nın saldırganlığının askerleri insanlıktan çıkarışını, özenle sakladığı ve yıllar sonra Otohiko’nun bulduğu defterlere kaydediyor: Askerliğin ve savaşın kendisini boğduğunu, viyolasını eline alamadığı için yaşadığı ıstırabı, Fransa’da bıraktığı Anna’ya ve kızı Agnés’e özlemini döküyor satırlara.
Jun’un yaşadığı acılar ile Anna’nın hasreti, yıllar sonra Mizuné ve Otohiko yüz yüze geldiğinde buluşuyor. Bir bakıma hem Anna’nın hem de Jun’un mustarip olduğu hiçlik iki torun tarafından keşfediliyor. Fonda ise kayıp zamanı anlatan bir senfoni işitilirken bazı gerçekler ortaya çıkıyor: “Tarih, insanların bireysel kaderini öğüten acımasız bir makineydi. Ne Anna ne de Jun buna uzun süre dayanabilirdi. Yersiz yurtsuz kalan bu iki ruh, çektiği acının derinliğinin gerçekliğini ispatlayan birbirlerine yazdıkları kelimeleri mesken edinmişti.”
Savaş nedeniyle ayrı düşen ve başka hayatlara savrulan Anna’nın ve Jun’un, çocukları ve torunlarıyla genişleyen; kayıp parçaların bulunuşuyla anlamlanan ve yaşanmamışlıklar nedeniyle hayli buruk hikayesini anlatıyor Mizubayaşi. ‘Kupa Kraliçesi’, müziğin hiç kesilmediği, tarihin ağırlığının hep hissedildiği, zamanın insanı bambaşka noktalara yollayan gücünü ve savaşın çirkinliğini gözler önüne seren; yazarın, yakın geçmişin gerçekleriyle kurmacayı buluşturduğu bir roman olarak duruyor karşımızda.